Türkiye’de siyaset sahnesi, son yıllarda halkın beklentilerinden uzak, algı ve vitrin siyasetinin öne çıktığı bir döneme tanıklık ediyor. Özellikle büyükşehirlerde, bazı belediye başkanlarının sergilediği yönetim anlayışı, kamuoyunda derin tartışmalara neden oluyor. Peki, biz yöneticilerimizi neye göre seçiyoruz? Eğitimine, vizyonuna, liyakatine mi bakıyoruz; yoksa sosyal medyada oluşturduğu algıya mı teslim oluyoruz?
Bir dönem ÖSYM sınavıyla üniversiteye girişin önemsendiği ülkede, artık "tanınırlık" ya da "popülarite" akademik yeterliliğin önüne geçmiş gibi görünüyor. İngilizce bilmeyen birinin, İngilizce eğitim veren bir fakülteden mezun olması kamuoyunun güvenini zedeliyor. Şeffaflık, denetim ve hesap verebilirlik ilkeleri sadece seçim dönemlerinde değil, görev süresince de hayati önemdedir.
Ancak üzülerek görüyoruz ki, bazı yöneticiler için bu ilkeler ikinci planda kalmış durumda. İstanbul gibi bir metropolün karşı karşıya olduğu altyapı sorunları, ulaşım çilesi, afet yönetimindeki zafiyetler ne yazık ki “etkin bir belediyecilik” tanımını sorgulatıyor. Üstüne üstlük bazı yönetim kadrolarının yolsuzluk iddialarıyla gündeme gelmesi, kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığını sorgulama hakkını doğuruyor.
Bu tabloyu daha da karanlık hale getiren ise, iddiaların ardından gelen sessizlik ve sorumluluk almaktan kaçan tutumdur. Parti içinden gelen ihbarların, basına yansıyan belgelerin ardından bile gereken adımların atılmaması, halkta “cezasızlık kültürü”nün yerleştiği algısını güçlendiriyor.
Halk hizmet bekliyor; algı değil. Siyaset güvenle yürütülür. Güvenin olmadığı yerde ise hiçbir yönetim kalıcı olamaz. Şehirlerin geleceği için artık bu soruyu yüksek sesle sorma vakti gelmedi mi?
Yüzyılın sorusu şu: Gerçekten hizmet mi istiyoruz, yoksa sadece vitrindeki görüntüyle mi yetiniyoruz?